Öğleden sonra eve dönerken markete uğradım. Market kapısının hemen girişinde manav ve ekmeklerin olduğu bölümde bir kaç kişi arasında birdenbire sesler yükselmeye başladı. (Hani hepimiz meraklıyız ya olaya müdahil olmasak bile duymaya, görmeye çalışırız; çaktırmadan biraz da meraktan kulak kabarttım tartışmaya...) “Alacaksan al, niye hepsini tek tek elliyorsun, elinde eldiven yok tüm ekmeklere dokundun.” diyor kadının biri, diğerine… O da “Para veriyorum bunlara, sana ne, ezik bayat şeyleri mi alayım, seçiyorum işte.” falan diye kendince savunma yapıyor. Market içinde epeyce münakaşa ettiler. Neyse ortalık durulunca sağıma soluma bakınarak kadınların da gittiğinden emin olarak ben de bazı şeyleri elleyerek aldım reyondan. Gün içinde çok karşılaştığımız bir durum bu. Çarşıda pazarda çok oluyor bu muhabbetler… “Yaaa abla, alacağın bir marul hepsini evirip çevirip bakıyorsun, yaprakları dökülüyor sonra, kime satacağım ben bunları.” “Bir kilo domates alacaksın, herkes senin gibi seçerse yarısı ezilir bunların” falan yakınmalarını çok görüyoruz… Doğruluğu yanlışlığı tartışılsa da elimizle kontrol ederek seçmeyi daha çok seviyoruz hepimiz.
Kıyafet seçerken de gözümüzle; rengini, şeklini beğendiğimiz bir ürününün kumaşını, dokusunu da illa elimizle test ediyoruz. Üzerimize denemek istiyoruz. Nasıl durduğuna aynada bakarken sadece gözümüz değil, tensel temasımızla karar veriyoruz bize uygunluğuna. Dokunarak anlıyoruz aslında birçok şeyi, dokunarak seçiyoruz, algılıyoruz, hissediyoruz hatta seviyoruz. Emin oluyoruz dokunduğumuz nesnenin varlığından. Nesnenin dokusunu hissetmeden zihin tam anlamıyor aslında. En etkili duyudur belki de dokunma duyusu. Görüyoruz ama gözümüzle gördüğümüzü ancak ellerimizle kavradığımızda hissediyoruz. Öte yandan, hani beş duyudan biri diye öğretiyoruz ya dokunma duyusunu ama çoğunlukla yok sayıyoruz hayatın içinde...
Daha çocuk yaştan itibaren aman elleme, dokunma, kırarsın, bozarsın, kirlenirsin, kirletirsin gibi bir çok ön uyaranla dokunma duyusu geri plana itiliyor. Bu tür olumsuz telkinler çocuğun dokunma ve algılama ihtiyacına ket vuruyor ne yazık ki. Oysa çocuklar belli şeyleri ilk önce dokunsal olarak algılamak, tanımak ve hissetmek isterler. İlk kez gördüğü bir şeyi eline alarak tanıyıp ne işe yaradığını anlamaya çalışırlar. Özellikle yabancı olan tüm nesneleri dokunarak öğrenirler. Gerçi biz yetişkinler için de bu böyledir... Herhangi bir şeye bakıyoruz örneğin, sadece gözümüzle gördük tamam demeyiz, illa bir elimizi gezdiririz, malzemesini ve kalitesini elimizle test ederiz. Sonuç olarak erken yaşlardan itibaren beş duyu diye öğretilse de dokunma duyusu, sadece öğretim boyutunda bırakılıyor. Yani bu bir duyu ama duyumsamasanız da olur diye geçiştiriliyor. Hatta nesnelere dokunmak görgüsüzlük olarak görülüyor. Elleyerek seçmek, elle yemek yemek falan epey kabalık olarak varsayılıyor. Oysa dokunma önemli bir öğrenme alanı sağlayarak hayatımızı güçlü şekilde etkiliyor. İnsanoğlu görür, işitir, koklar, tat alır ve dokunur. Bu alanlardan birinin güdük kalması gelişimsel açıdan pek de istenilen bir durum değildir. Ne kadar çok duyuyu aynı anda kullanırsak o kadar zengin öğrenme gerçekleştiriyoruz aslında (Konuyu dağıtmadan parantez içinde, özel eğitimde son zamanlarda hem moda hem çok çalışılan bir alandır duyular. Duyu bütünleme çalışmaları yapılır ki çocuk, tüm duyularını fark edip aktif olarak kullanabilsin. Yani tüm duyular çok hayati...) Sadece bir şeyler alırken seçerken değil, hem diğer canlılarla hem de kişilerarası temas, sosyal bağ ve duygusal gelişim için de oldukça gereklidir. Dokunma duyusal bir iletişim kanalı açar, duygusal geçiştir, haz verir insana. Sevdiğiniz bir kişiye ya da sevdiğiniz bir hayvana dokunmak doğrudan serotonindir. (Kediler bunu çok iyi bilir.) Dokunmak insanın gelişiminin bir parçasıdır ve en insanî ihtiyaçlarındandır. Temasın eksikliği çekildiğinde de acı verici bir mahrumiyete dönüşür. Dokunmanın gücü son derece etkilidir ve bedensel çerçevenin çok ötesinde, ruhumuza uzanan eldir. Dokunma insan ilişkilerinde, özellikle yakınlık ve güven bağı oluşturmada gereklidir. Üzüldüğümüzde, mutlu olduğumuzda ve stres içinde kaldığımızda başka biri ile temas da bulunmak bizi iyileştirir ve güç verir. Temas bir ihtiyaçtır ve her yaşta hepimizin ihtiyacı vardır, temas ederek ilişkilerimizi sürdürmeye. Dokunma ile çevreden aldığımız sinyaller hazza, sevgiye, güvene ve yaşam enerjisine dönüşür. Çok üzüldüğümüz anlarda en yakınlarımıza sarılma ihtiyacı hissederiz, biliriz ki içimizin yangınına birinin sarılması merhem olacaktır. Korkmuş, şok durumu ve çaresizlik hissi yaşamış insanlar o an çevresinde hiç tanımadığı bir insana bile sarılma ihtiyacı hissederler. Psikolojik ilkyardımda sadece yanında olmak, elini tutmak, sarılmak her şeye bedeldir. Bir insanın eline, omuzuna dokunmak bazen tüm sözcüklerden çok daha anlamlıdır… Sevindiğimizde de ruhumuzun coşkusunu sarılarak aktarmak isteriz sevdiklerimize…Ödül törenlerinde de çok görürsünüz bu manzaraları, sevinçten ağlayarak sarılırlar yanındakine…
Bir çocuğun doğduğu andan itibaren en önemli besini kucaklanmak ve sarılmaktır. Çocuğun en çok dokunmak istediği annesidir. Annesine dokunarak onun teninin sıcaklığını hissetmek, çocuğa güven duygusu kazandırır. Dokunsal temas içinde yetiştirilen çocuklar çok daha güçlüdür. Temas bir köprü oluşturur sevdiğimiz insana… Temas eksikliği sevgi yoksunluğunu da beraberinde getirir.
Son olarak Freud “insanın benliği, bedensel duyumlarından inşa edilir.” diyor. Yani benlik gelişimimiz ne kadar çok şeye temas ettiğimizle doğrudan ilintilidir.
İyi dokunuş kötü dokunuş gibi ayrımlarla, iyi dokunmanın insanın özüne sağladığı faydalar gölgede bırakılsa da biraz bu konunun üzerine eğilmekte yarar var diye düşünüyorum.
Kimseye zorla temas etmiyoruz ama onun ve bizim ihtiyacımız varsa da sarılmayı ihmal etmiyoruz diyerek daha fazla uzatmadan, uzaktan kucaklayarak yazıyı bitiriyorum.
Sağlıcakla…..
Nermin ELMAS
Kommentare