top of page

Tuğba Coşkuner ile Röportaj: "Çocuklar Aslında Kitaplara Küs Değil "

Güncelleme tarihi: 19 Oca 2020

Eğitimlik ekibinden Süleyman Aksoy ve Ahmet Demirci, Yazar Tuğba Coşkuner ile bir araya geldi. Kendisiyle çok yönlü ve keyifli bir röportaj gerçekleştirdiler. Kendisine ilgisi ve içtenliği için çok teşekkür ederiz.

Çocukluğunuzda bugünleri nasıl hayal ediyordunuz? Çocukluk hayallerinizin peşinden koşmayı hâlen sürdürüyor musunuz? O günlerin öğretmenliğiniz ve yazarlığınız üzerinde ne gibi tesirleri oldu?

Çok fazla kitap okuyan biriydim küçükken ama bunun çok sağlıklı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ama biz ne yazık ki toplum olarak şöyle bir algıya sahibiz: Çocuk ne kadar kitap okursa o kadar iyi. Hâlbuki değil. Çocuk; kitabı sıkıntılı aile ortamından kaçmak için okuyor olabilir, psikolojik problemlerinden kurtulmak için okuyor da olabilir. Ben kendimi biraz o yönde konumlandıran bir insanım. Küçükken çok fazla kitap okurdum, derslerim hiç iyi değildi. Hatta altıncı/yedinci sınıftayken babam acaba okumasan mı, demeye başlamıştı. Şu an matematik öğretmeniyim ama o zamanlar matematikte bayağı kötüydüm. Bir süre sonra toparladım, o da kitaplar sayesinde oldu. Çünkü kitap, insanın eksik kalan yanlarını tamamlıyor. Üstelik yalnızlığını da tamamlıyor. Küçükken hep öğretmen olmak isterdim. Ve babama şöyle söylerdim: “Doğu'ya gidip oradaki okullarla çalışmak istiyorum.” Küçükken biraz daha idealist oluyorsunuz tabii. Gerçi hâlâ öyleyim ama yetişkinler bunu gençliğin hevesi olarak görüyor. O idealime kavuştum. Öğretmenim, hâlâ Doğu'da köy okullarında çalışıyorum. Tercih etmem gerektiğinde de öncelikle köy okullarını tercih ediyorum. Geçenlerde de hayallerime yönelik buna benzer bir soru yöneltmişlerdi. Şunu fark ettim: İstediğim ne kadar şey varsa şu an o yolda ilerliyorum. Keşke, dediğim çok az şey var. Neyi hayal ettiysem çevrenin etkisiyle bir şekilde oraya yönlenmişim ya da yönlendirilmişim. Lisede, ortaokulda başlayan bir serüven bu zaten. Üniversiteden sonra pat diye olmuyor, olursa da çok zor oluyor. Lisedeyken bir sınıf arkadaşımla beraber yerel gazetelere yazmaya başlamıştık. Ondan sonra istikametim belli oldu biraz. Şimdi keşke şunu da yapsaydım, demiyorum gerçekten. Beşinci/altıncı sınıftaki küçük Tuğba’nın hayallerini gerçekleştiriyorum diye düşünüyorum.


Çocuk hikâyeleri okumaktan zevk alıyor musunuz? Okurken içinizde merak, heyecan, korku gibi duygular canlanıyor mu? Ek olarak çocuk edebiyatının istikametini nasıl görüyorsunuz?

Ben üniversiteden beri çocuk edebiyatı eserleri okuyorum. Ondan sonra artık yetişkin kitapları okuyamadığımı fark ediyorum. O kadar eğlenceli geliyor ki bana… Bir yetişkin kitabına geçtiğimde oflayıp pufladığım, “Hadi ne zaman bitecek?” dediğim oluyor. Çocuk edebiyatı bana çok daha eğlenceli bir alan gibi geliyor. Çocuk edebiyatının şu anda gittiği yer kötü. Çok kötü bir yere gidiyoruz. Neden çok kötü bir yere gidiyoruz? Çünkü sahada olmayan herkes kitap yazmak istiyor. Çünkü sosyal medya inanılmaz bir şekilde kitap çıkarmayı pohpohlayan bir alan. Ve -bundan eleştiri alacağım muhtemelen- anne olmadığım için çok rahat konuşuyorum bu alanda. Her anne çocuk kitabı çıkarmak istiyor. Çok sıkıntılı. Bana bile günde en az 50 tane mesaj, e-posta geliyor. “Hocam, dün gece on dakikada aklıma şöyle bir hikâye geldi, bence mükemmel bir kitap, nasıl basabiliriz?” “Tamam, güzel.” diyorum. Ama o kitaplarda okuduğumuz ilham geldi, yazdım, oldu, bastı olayı değil bu. Bir de şu var: “Ben çocuklarıma okudum, bayıldılar, harikaymış.” diyorlar. Tamam ama senin çocuğun o kitabı sevmiyor, seni seviyor. Yani o çocuk seni sevdiği için o hikâye ona güzel geliyor. Belki başka bir çocuğa okusan ilgilenmeyecek bile. Ne yazık ki yayınevleri bu konuyu destekliyor. Olaya ticari olarak bakıyorlar. Bir de fenomenize dediğimiz bir durum var. 200 bin takipçiniz varsa kitabınızın basılmaması gibi bir durum yok. Basılacak o kitap. Ama ne şartlarda basacak? Ben aynı zamanda editör olarak çalışıyorum. Ve artık genel yayın yönetmenime psikolojik tedavi almam gerektiğini söylüyorum. Özellikle fenomenlerle çalışırken çok zorlanıyorum. İki tür durum var: Metne tapmak ve metin körlüğü. Fenomen insanlarda metne tapmak durumu çok daha üst düzey ne yazık ki. Kendilerini birçok kişi takip ettiğinden sizin onların cümlelerine laf etmenizi kaldıramıyorlar. Metne tapmak dediğimiz durum bu işte. Ben de bazen öyleyim. Metin benim bebeğim gibi oluyor. Ben doğurmuşum onu, altı ay uğraşmışım. Editör yazdığım bir kısmı beğenmediğinde kaldıramıyorum bu durumu. Yani ben onu doğurdum, büyüttüm, besledim. Bizde de oluyor o metne tapma durumu. Ama biz küçüklükten beri yayın dünyası içinde olduğumuz için bunu törpüleyebiliyoruz. Ama pat diye ortaya çıkan, sadece kitlenin yönlendirmesiyle gelen kişilerde bu çok sıkıntılı. O yüzden şu an iyi bulmuyorum gidişatı. Mesela Behiç Ak’ı unuttuğumuz bir çocuk edebiyatı dünyasındayız. Bu olamaz! Olmamalıydı ama unutturuluyor. Sosyal medya ne yazık ki çok sıkıntılı bir mecra bu alanda. Bir yandan güzel, bir yandan kötü. Neden güzel? Çünkü ben köy okullarında çalışıyordum ilk kitabım çıktığında. Sosyal medya olmasa beni kimse bilmezdi, tanımazdı. Allah’ın dağında çalışıyorum. Yol yok, iz yok. Nereden haberdar olacak insanlar benden? Bu iyi bir şey ama kitlenin getirdiği bir gazlama var. “Aslansın, koçsun, yaparsın.” Bu gazlamayı törpülemek çok önemli. Sonuç olarak şu an çocuk edebiyatı iyiye gitmiyor bence. Özellikle okul öncesi için hiç iyiye gitmiyor. Hayrolsun yani… Bu yayın dünyasına, editörlere çok iş düşüyor burada. Kitabı reddetmek, reddetme cesareti göstermek çok önemli. 1 milyon takipçisi olan kişinin kitabını reddedebilen yayınevi, bilmiyorum, var mıdır? İnşallah bunların sayısı artar.


Peki, yabancılarda da durum aynı mı sizce?

Benim İngilizcem yok, hiç yabancı dil bilmiyorum. O yüzden Frankfurt’a falan gitmeyi çok isterdim ama gitmedim, gidemedim. Şöyle bir şey var: Yabancı çeviri kitapları biz çok beğeniyoruz. Neden? Çünkü bize genelde en iyileri çevrilip geliyor zaten. Kötülerini çevirmiyorlar. Biz de o yüzden yabancılar çok iyi yazıyor falan, diyoruz. Hayır, öyle değil aslında. Yabancıların en iyi yazanları bize çevrildiği için bize hepsi iyi gibi geliyor. Onların da hepsi iyi değil. Yani sıkıntılı… “Bu bile çıkardıysa ben niye çıkarmayayım?” zihniyeti var şu an.


Çocuklar hep çocuk kalabilsin diye uğraştığınız aşikâr. Çocuk kitapları kaleme almanızın temel sebebi bu mu? Ayrıca çocuk kitabı yazmanın yetişkinliğiniz üzerinde ne gibi izleri oluyor?

Toplumumuz -özellikle öz babam ve okul müdürlerim- çocuk edebiyatını, edebiyatın ilk basamağı olarak görüyor. Çevrem, kendimi geliştirip ne zaman yetişkin edebiyata geçeceğimi sık sık soruyor. Hâlbuki bu çok yanlış bir bakış açısı. Ben zaten yetişkin edebiyatıyla dergi dünyasına, yayın dünyasına girdim. Ama yetişkinlere yazmak çok kolay, neden kolay? Mizah yapıyorsunuz, anlıyorlar. Küfür yazıyorsunuz, anlıyorlar. Kimse şaşkınlık göstermiyor. Ama çocuklara indiğinizde bunların hiçbirini yapamıyorsunuz. Bir de şu var: Çocuk kitabını çocuk seçmiyor zaten. Ne yazık ki ebeveynler ve öğretmenler seçiyor. Siz, onlar seçtiği için hem onları bu kitabı almaya ikna etmek zorundasınız hem de çocukların yanında olduğunuzu belli etmek zorundasınız. Aslında çift kişiliğe bürünüyorsunuz. Çok iyi çocuk kitaplarını genelde ebeveynler sevmez mesela. Çocuklarımızı asiliğe itip bizi rencide ediyorsunuz, derler. Öğretmenler de çok sevmez. Mesela benim Macera Ekspresi kitabıma aldığım en çok eleştirilerden biri bu. Ben örgün eğitim çalışanıyım ama örgün eğitimin yanlış olduğunu, yanlış bir karar olduğunu düşünüyorum. Orada çok eleştirdik biz örgün eğitimi. O yüzden okullara en az alınan, çocuklara en az tavsiye edilen kitabım Macera Ekspresi’dir. Ama çocuklar tarafından en çok sevilen kitabım da o. Çocuk edebiyatında hem yetişkini ikna etmek hem de çocuğa sürekli yanında olduğunuzu belli etmek gerçekten zor bir durum. Çocuk edebiyatı gerçekten zor bir alan. Neden çocuk edebiyatına geçtim? Çocuk edebiyatında kendimi daha mutlu hissediyorum. Mesela dün bir çocuk kitabı okuyordum, o kadar güzel bir diyalog vardı ki onu bir yetişkinle kuramazsınız. Çocuklar dünyanın güzelliğinden, yaprakların güzelliğinden bahsediyor. Bir tanesi diyor ki: “Bunları kim yaptı? Bu bulutları kim yaptı? Buraya kim koydu, kim ekti bulutları göğe?” Öbürü diyor ki: “Sanki Tanrı yapmış, ben öyle duydum.” Bir tanesi de diyor ki: “Evet, bu işte birisinin parmağı olduğunu anlamıştım zaten.” Bu diyaloğu siz yetişkinle kuramazsınız. Okul öncesi kitaplarına baktığınızda mesela bir nenenin şu cümlesi dikkat çeker: “Kızımın çocuğunun anneannesiyim, oğlumun çocuğunun babaannesiyim.” Çocuklar nasıl hem anneanne hem babaanne olabileceğine çok şaşırıyor. Bu kadar geniş hayal gücü olan yetişkinler yok. O yüzden çocuklarla çalışmak çok daha zevkli. Hatta bir TEDx konuşması var George Land’in. Mutlaka izlemenizi öneririm. 5 yaş grubu 160 çocuk alıyorlar. Bir test yapıyorlar. Testte bu çocuklar %98 oranında dâhi çıkıyor. Herkes çok sevinip gaza geliyor. Harika bir yeni neslin geldiğini düşünüyorlar. George Land, acele etmiyor, balıklama atlamıyor. Aynı çocuklara on yaşında bir kez daha aynı testi yapıyorlar, oran %30’lara düşüyor. Bunu da iyi bir şey olarak görüyorlar, on çocuktan biri dâhi nitekim. George yine gaza gelmiyor. On beş yaşında aynı test aynı çocuklara yine yapılıyor. Bu sefer %12’lere düşüyor oran. Sonuç olarak biz bu çocuklara bu arada bir şey yapıyoruz. Ne yapıyoruz, bilmiyoruz. George araştırma ekibine -bu ekip aynı zamanda uzay bilim enstitüsünde çalışıyor- aynı testi uyguluyor. Sonuç %2 çıkıyor… Korkunç bir durum bu! Çocukluktaki zengin hayal gücüne yetişkinliğe gelene kadar bir şeyler oluyor. Bu yüzden biz yetişkinlere yazarken kabızlık hâli yaşıyoruz. Ama çocuk edebiyatı eserlerinde saçmalayabilirsiniz. Çocuk kitabında brokoli saçlı kızın saçlarının arasına yıldızlar düşebilir, karışabilir, o yıldızı bulmaya çalışabilir. Ama yetişkine bunu yazamazsınız. Daha somurtkan, daha ciddi olmak zorundasınız. O yüzden çocuk edebiyatı biraz daha eğlenceli bir alan.

Çocuk edebiyatının güzel yanlarından birisi de şu: Aynı masada bile oturmayacağınız kelli felli, sakallı kocaman adamlar var. Ne kadar ciddiler, ne kadar somurtkanlar. Ama kitabını bir okuyorsunuz şok! Yani o kadar farklı bir dünya ki… Aslında bana da “Ne kadar somurtkansınız, ne kadar ciddi gözüküyorsunuz, mesajlarınız çok ciddi. Ama kitaplarınız hiç öyle değil.” derler. Aslında bu bizim çocuk yanımızı beslemek için bir fırsat gerçekten.


Bugün “Çocukları Kitaplarla Nasıl Barıştırırız?” konulu bir konuşma yapacaksınız. Bu konuşmada öne çıkacak noktalardan bahseder misiniz?

Çocuklar aslında kitaplarla küs değil. Biz buna yayıncılık hilesi diyoruz. O başlığı atmamızın sebebi yetişkinler. Normalde çocuklar küs değil kitaplarla. Daha doğrusu küs doğmuyorlar. Biz bir şekilde küstürüyoruz. Nasıl küstürüyoruz? Mesela ben öğretmenim, benim de sınıf kitaplığım, okul kitaplığım var. Okul kitaplığına, özellikle kütüphanelere koyulan kitaplar korkunç. Onları sen, ben koymuyoruz zaten. Bir bağışçı kendi kafasına göre alıp oraya koyuyor. Biz buna ‘okul kütüphanesi’ diyoruz. Bu kütüphane sistemiyle sen kimseye kitabı sevdiremezsin. Öğretmenler de kütüphaneye koyduğu kitapların hiçbirini okumuyor. Ucuz yerlere gidip 100 Temel Eser’i alıyor. Sen okumuyorsun 100 Temel Eser’i, bu çocuk okumaz ki. Kemalettin Tuğcu okuyan çocuk mu var? Yok, kalmadı ki! Ben ortaokulda Orhan Kemal okurdum ama yeni nesil okumuyor. Yeni nesil öğretmen de okumuyor. Dostoyevski okuyan öğretmen mi kaldı? Yok! ‘Yeni Nesil Edebiyat’ dediğimiz şey var. Çok geride kaldık öğretmenler olarak biz, takip etmiyoruz. Çocuklar artık biraz daha fazla anarşizm duygusuyla doğuyorlar. Anarşist büyüyorlar eski nesle göre. Çiçek olup oturan çocuk yok okullarda. Şimdi sen bu çocuğu alıp da Kemal Tahir okutamazsın. Başka şey okutman lazım. Bir de öğretmenlerde fantastik edebiyatın sanki çok kötü bir şey olduğu, çocukları yanlış yola saptırdığı gibi bir algı var. Hayır! Az önce dediğim gibi çocukları bunlara ittiğimiz için yüzde doksan sekizlik oran yüzde on ikiye kadar düşüyor. 1945-1946 yılları arasında Yahudi Soykırımı -soykırımı araştırmayı çok severim- olduğunda Nazi Hükûmeti çöküyor. İngilizler kampları ele geçiriyorlar. O soykırımla ilgili kitapları, hatıratları okurken şöyle bir şeye denk gelmiştim: Adam kim bilir kaç gündür aç. Açlıktan ölmek üzere, artık hiçbir şey kalmamış. Ama sürekli böyle bir kitap okuma çabasında. O zamanlar karneyle ekmek alıyorlar. Ve adam 12 günlük ekmek karnesini bir arkadaşına verip “Ben on iki gün aç kalabilirim ama elindeki kitabı bana satar mısın?” diyor. Okurken kitap bu kadar mı önemli, demiştim. Zaten ölmek üzeresin, bir deri bir kemiksin. Bir de on iki günlük ekmeğinin karnesini arkadaşına veriyorsun. Arkadaşın sana kitap verecek karşılığında. Bu ölümcül bir şey. Aslında adam ölümle düello ediyor. Kitabı alıyor, tabii aç kalıyor. Ama sağ kurtuluyor. Hatıratın sonlarındaki şu cümle çok vurucuydu: “Eğer ben o kitabı almasaydım muhtemelen ölmüştüm.” Kitap bizim hayata tutunmamızı sağlayan oyun, kurgu aslında. O yüzden çok önemsiyorum bunu. Kim bilir kaç gündür aç olan bir adam, on iki gün aç kalıp kitap okumayı tercih ediyorsa bunda bir iş var. Artık altında başka bir şey var. Öyle, bunlardan bahsedecektim. Okuldaki öğretmenlerin yetersizliğinden, kütüphanenin yetersizliğinden bahsedecektim. Ve anneler çocukları kitap okusun istiyor, okusun da sen hiç sahaf gezdirmemişsin. Sen hiç kitap kafeye gitmemişsin. Bu çocuklarda bu şekilde bir kitap kültürü oluşturamayız diye düşünüyorum.


Bir öğretmen ve bir eğitimci olarak vaziyete baktığınızda ülkemizde eğitimin en çok kanayan yarasını ne olarak görüyorsunuz? Bu yarayı kapatma uğrunda ne tür çalışmalar yapılabilir?

Bir kere ders saatlerimiz korkunç derecede fazla. Günde yedi saati ben okulda geçirmek zorunda değilim. Öğrenci de geçirmek zorunda değil. Sudbury okulları var, ben o okuldaki sistemi savunuyorum zaten. Bir kere, bir okulda öğretmenler odasının kesinlikle olmaması gerekiyor. Çünkü bu hayat enerjimiz için ölümcül bir karar ne yazık ki. Okula ne kadar iyi gelseniz de öğretmenler odasına adım attığınız andan itibaren bir cenaze gibisinizdir. Çünkü muhtemelen çoğu öğretmen okula ve öğrencilere lanet okuyordur. Sistemde kaybolmuş öğretmenler çocukların neyi istediğini, neyi ne zaman öğrenmek istediğini, nasıl öğrenmek istediğini neredeyse hiç umursamıyorlar. Kendi aldıkları kararlarla, neyi ne zaman, nasıl öğreneceklerini öğrencilere dayatıyorlar. Bunu sokaktan bir yetişkin çevirip ona yapsanız sizi döver ama çocuklar yapamıyor bunu. O kadar kanıksanmış ki bu sistem, kimse kalkıp da “Bu yanlış!” diyemiyor. Yanlış, diyen öğretmenler de bir şekilde susturuluyor. Sudbury okullarını ziyaret ettiğinizde onların teneffüste olduklarını ve ne zaman derse geçeceklerini düşünür durursunuz. Hâlbuki onlar her zaman öylelerdir. Öğretmenleri ile beraber çöp karıştırırlar, bir hayvan leşini alıp okulda incelerler ve isterse bir çocuk bir hafta boyunca uyur ve kimse ona “Haydi oğlum, kalk, ders çalışacağız.” demez. Çocuklar yaş guruplarına göre ayrılmaz, isterse bir beşinci sınıf öğrencisi sekizinci sınıf öğrencisine yardım edebilir. Mesela biz bu tarz bir çalışma yapmıştık. Benim sekizinci sınıf öğrencilerim motosiklet meraklısıydılar ve birlikte bir blog açmaya karar verdik. Blog açmıştık ama blog için bir editöre ihtiyaçları vardı. Okulda bir editör ilanına çıktık. Ve beşinci sınıflardan bir kız onların editörlüğünü yaptı. Çocuklar şaşırdılar. Bizim bu tarz hareketlere ihtiyacımız var. Biraz daha etkileşimli, biraz daha özgür…


Bir eğitimci olarak etkinlikleri sevmeniz ve onları aktif olarak kullanmanız çok hoş. Sevdiğiniz ve verim aldığınızı düşündüğünüz bir etkinlikten bahseder misiniz?

Mesela biz iyilik fuarı yapıyoruz çocuklarla birlikte. Normalde matematikçi olduğum için millet bana diyor ki: “Sen matematikçisin, matematikçi kal. Pek bir şeye karışma. Sen test çözdürmelisin, onların netlerini artırmalısın.” Bir etkinlik yaparken meslektaşlarınız size köstek oluyorsa bilin ki iyi bir yoldasınız. -iyi bir yolda olup olmadığınızı böyle anlayacaksınız- Öğretmenler odasından destek görüyorsanız muhtemelen kötü bir şey yapıyorsunuzdur zaten. Dediğim gibi çocuklarla iyilik fuarı yapıyoruz. Sene başında çocuklardan birer iyilik yapmalarını istiyorum. Ama yaptıkları iyilikleri başkasının bilmemesi gerek. Bu sebeple yaptıkları iyilikleri yazarak, çizerek, fotoğraflayarak bize anlatıyorlar. Altına ismini yazmıyor kimse kesinlikle. Biz de bunları sene sonunda çerçeveletip iyilik fuarı yapıyoruz. Tüm okulun yaptığı iyilikleri sergiliyoruz. Ve iyilik fuarına iyilik yaptığımız kişileri de çağırıyoruz, onlara davetiye gönderiyoruz. Hiç unutmuyorum, köy okulunda çalışıyordum. -iyilik sadece insana yapılan bir şey değil tabii- Bir ineğin doğumuna yardım etmiş bir öğrencimiz, onu da fotoğraflamış. Öğrencim bana gelip “İneği de fuara çağırabilir miyiz?” dedi. Biz ikna olmuştuk ama ikinci kata nasıl çıkartacaktık? O da öyle hiç unutmadığım bir hatıradır. İyilik fuarı, merhamet fuarı, biz bunları çok önemsiyoruz gerçekten. Belki matematikten, çarpım tablosundan çok daha kıymetli şeyler bunlar.


“Yeterince Tembel Misin?” adlı kitabınızda temel olarak matematiğe ve onun hayatla olan ilişkisine temas etmişsiniz. Matematiğin hayatla olan ilişkisi göz önüne alındığında ona olan olumlu tutumunuzun çok manidar olduğu gözleniyor. Ancak sanıyorum ki sizin aksinize toplumumuzda matematiğe karşı daha çok olumsuz tutumlar mevcut. Peki, sizce toplumumuzdaki matematiğe olan ön yargılar ve korkular nasıl yıkılabilir?

Yıkılmaz. Yani bu müfredatta yıkamayız. Örneğin veli toplantısı yaparken kimse görsel sanatlar öğretmenine veya beden eğitimi öğretmenine gitmeyip direkt bana geliyor. Çocuğunun durumunu soruyor. Ben sekizinci sınıfa kadar çarpım tablosu bile bilmeyen birisiydim. Bir öğretmenimin yaptığı bir şeyden sonra gaza gelip matematik öğrenmeye başladım ve şunu fark ettim: Çocuk isterse kendi başına da öğrenebiliyormuş. Ben lisede adam gibi matematik dersi görmedim, üniversitede Allah’tan ki devam zorunluluğumuz yoktu, okula pek gitmedim. İnsan istese kendi başına öğrenebiliyor aslında ama veliler, ne yazık ki öğretmenler de bunu kabul etmek istemiyor. Çoğunluk matematiği sadece akademik bir başarıdan ibaret zannediyor. Hâlbuki rögar kapaklarının dikdörtgen olmayışının sebebi de matematik… Ben bunu hiç düşünmemiştim önceden, neden bunu 30 yaşında öğrendiğimi soruyorum kendime. Matematik öğretmenisiniz ve bu bilgiyi otuz yaşında öğreniyorsunuz. Korkunç bir şey. Bunu öğretmemiz lazım. Tüneller var mesela, benim eşim inşaat mühendisi ve kendisi de bunu üniversitede öğrendiğini söyledi. Yani bir tünel neden üçgen değil de oval şekilde, kubbeler neden o şekilde? Yani bunları ben üniversiteden sonra -üniversitede görmedim, bana bunları kimse anlatmadı- kendi kendime araştırarak öğrendim, bir matematik öğretmeni olarak bunu mezun olduktan sonra öğrendiğime utanmıştım. Ve çocuklar bunu yaşamasın istedim. Hâlâ bu kitap eleştiriyle karşılaşıyor. “Hocam sınavdan yüksek puan aldırır mı?” diyorlar. Aldırmaz, diyorum. Önemli olan zaten yüksek puan almaması değil, çarpım tablosunu bilmemek de değil. Doğada yürürken aklımıza “Bu konunun matematikle ne ilgisi var?” dememiz gerekiyor. Kitabım onun için yazılmış bir kitap zaten.


Oyun terapisi eğitimi almaktasınız. Oyun terapisine dair ilgi çekici bazı noktaları bizimle paylaşır mısınız?

Nasıl başladı bu serüven? Ben şimdi yetişkinlerle ilgili bir kitap yazıyorum. Yetişkinler patavatsız olabiliyor. Hatta şu an “Senin ne haddine de sen bu kitabı yazıyorsun?” diyebilirler. Bir eğitim kitabı yazıyorum. Aynı zamanda öğretmenlik atölyeleri veriyordum zaten. Onların matbu hâli, kitaplaştırılmış hâli. 1998 yılında National Geographic dergisinin kapağında gördüğümde çok şaşırmıştım ben. Bir tane ayı, yanında da altı tane kızak çeken kurt köpeği var. İngilizcem yoktu ama çalışarak okumuştum ve çok şaşırmıştım. Küresel ısınma sebebiyle ayı, altı aydır açmış, inanılmaz bir şekilde çok zayıflamış. Bilim adamları Kuzey Kutbu’nu araştırırlarken bu ayıyı görünce hemen duruyorlar. Bu bizi yer mi diye çok korkuyorlar. Başka ayı da yok etrafta, muhtemelen diğer hepsi ölmüş. Çok korkuyorlar ne yapacağız, ne edeceğiz diye. Ama köpekler durmuyor bir şekilde. Kızaklardan atlayıp gidiyorlar. En azından köpekleri yesin de bizi yemesin diye düşünüyorlar. Ama bir yandan da köpekleri yerse biz nasıl geri döneceğiz diye çok korkuyorlar. Araştırmacı oldukları için hemen çıkarıyorlar fotoğraf makinelerini, ses kayıt cihazlarını ve hiç beklemedikleri bir şey ortaya çıkıyor. Aç ayı kimse olmadığı için meğer yedi/sekiz aydır hiç oyun oynayamamış. Ayı açlığını bastırarak kurt köpekleri ile bir buçuk saat boyunca oyun oynuyor. Bu inanılmaz bir şey. Oyun böyle bir şey. Aynı Yahudi Soykırımı’nda da olduğu gibi bir şey bu. İnsan oyun ihtiyacını, eğlence ihtiyacını açlığından önceleyebiliyor. Bir ayı bile bunu yapıyorsa düşünün, insanlar ne kadar farklıdır. Orada oyunun bu kadar önemli olduğunu, yeri geldiğinde açlıktan öncelendiğini görmüştüm. Oyun terapisine öyle merak saldım ve bunun aslında derslerime ne kadar yardımcı olabileceğini yirmi beş yaşımdan sonra -geç- fark ettim. Oyun terapisti, demiyorum kendime. Eminim uzmanlık, çok daha farklı şeyler gerektiren bir alandır. Ama bunun eğitimini almaya başladığımda derslerimin işleyişinin bile çok değiştiğini, eşimle ilişkimin, -kedilerim var benim, iki tane, bir tanesinin hafif bir zekâ engeli mevcut ne yazık ki- onlarla olan hareketlerimin, annemle, babamla, kardeşimle olan ilişkilerimin değiştiğini fark ettim. Bence herkesin alması gereken bir eğitim. İnsanlar biz matematik öğretmenlerine farklı şeyler yapmayı yakıştıramasalar da bir matematik öğretmenin bile dersleri ne kadar farklı işleyebileceğine şahit oldum, oyun terapisi aldıktan sonra.


Gözlemlediğim kadarıyla bugünlerde öğretmenliğinizin yanı sıra editörlük yapıyorsunuz, söyleşilere konuşmacı olarak katılıyorsunuz, öğretmenlik ve yazarlık atölyelerine katılıyorsunuz. Müstakbel kitaplarınız için de sık sık gözlem yapıyor olmanız muhtemel. Böylesine çok yönlü çalışmalar -özellikle öğretmenlik ve yazarlık- nasıl bir arada yürüyor? Ayrıca bu aralar yürüttüğünüz projelerinizin, çalışmalarınızın genel bir değerlendirmesini yapar mısınız?

Yürümüyor. Haziran ayından beri çok yoğunum aslında. Daha dün kendi editörümle de konuştum. Bu insanı kısırlaştıran bir şey. İkisinden birini seçmek zorundasın: Ya insanların arasında medyatik bir tip olacaksın ya da -yazarlardan da beklediğimiz şey- çalışma odana çekilip yazacaksın. Son bir yıldır yazı odamdan çıktığım –ki çok sosyal bir tip değilimdir ben- evredeyim ama bunun yazı hayatımı ve öğretmenliğimi çok sıkıntılı bir şekilde etkilediği gerçek. Neden? Bugün buradayım, yarın nöbetim, yedi saat dersim ve veli toplantım var. Onlara hazırlanamıyorum mesela. İkisinden birisine karar vermek lazım sonuçta. Son bir yıldır şunu deneme şansım oldu: Hangi seçenek mizacıma daha uygun? Denemeden karar veremiyoruz. Ben biraz daha çalışma odasına çekilmesi gereken birisiyim bence. Çünkü yazı anlamında daha üretkenim. Hareketli ve yoğun yolculuklar beni yordu. Bir de ben evcimenim. Pijamalarımdan, panduflarımdan, kedilerimden ayrılmak istemeyen birisiyim. Biraz ara vereceğim zaten. Bugünkü son etkinliğim, bundan sonra uzun bir süre ara vermeyi düşünüyorum. İki hafta diye diyormuşum... Sonrasında bir yetişkin kitabım, bir de öğretmenler için yazdığımız bir kitap var. Onlar gelecek. Ben sahadan insanların bunu yazması gerektiğine inanıyorum. Geçenlerde konuştuğum bir yazar, sahadan olduğunu ve bir kere derse girdiğini söyledi. Sokaktan bir insanı da derse alsam çocuklar onu kırk dakika pürdikkat dinler çünkü sen onun için yenisin. Ben desem ki bu bardak konuşuyor, çocuk onu da kırk dakika dinleyecek. Ama sen onuncu derse bir gir. Çocuk senin zaaflarını görmüş oluyor, sinir eşiğini tanıyor -çocuk saf, geri zekâlı değil ki- ve bütün problemler onuncu dersten sonra başlıyor zaten. Sahada olmak bu. O yüzden bu kitabı önemsiyorum. Umarım ki bir buçuk aya kadar da çıkmış olacak tabii tembellik yapmazsam. Gidişat bu.


Takipçilerinizden gelen yorumları dikkate aldığımda eser tavsiye etme konusunda pek isabetli olduğunuzu gördüm. Pekâlâ bugünlerde ilgilisine umut olacak bir kitap, bir film ve bir müzik önermeye ne dersiniz?

Müzikten gerçekten de hiç anlamam, dinlemiyorum. Müzik alanında kıtım ne yazık ki. Onu öneremeyebilirim. Bir film olarak, çok klasik bir film olan Dangal’ı önerebilirim. Çocuklarla bu hafta izleyeceğimiz için direkt aklıma geldi. Biz velilerle bir buçuk haftada bir film etkinliği yapıyoruz. Veliler birbirlerine gidiyor, mısır yiyip film izliyorlar. Bu etkinlik yapmak isteyişim de çok fazla köy çocuğu olması. -ben köy okulundayım- Kız çocuklarının biraz daha kendi kabuklarını yırtması gerektiğini düşünüyorum. Bir kitap olarak da Okulsuz Büyümek'i önerebilirim, şahane bir kitaptır, herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.


856 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

EĞİTİMLİK

eğitimi düşünen blog

bottom of page