top of page

Müjdat Ataman ile Röportaj: "Okulun Kendisine Anlam Bulması"

Eğitimlik ekibinden Fatma Köse, Mersin’de Müjdat Ataman ile bir araya geldi. Röportaj sorularımızı samimiyetle, eğitimde üzerinde düşünülmesi gereken pek çok noktaya temas ederek yanıtlayan Müjdat Ataman'ın görüşlerinin siz değerli okurlarımıza yeni perspektifler sunacağına kuşkumuz yok. Şimdi sizleri Müjdat Ataman'ın fikirleri eşliğinde eğitimi yeniden düşünmeye davet ediyoruz.

İlkin öğretmenliği istememenize rağmen sonradan öğretmenliğe büyük bir tutkuyla bağlandınız. Bunu nasıl başarabildiniz? Biz öğretmen adayları mesleğimizi severek nasıl yapabiliriz?

İstemediğim bir bölümde istemediğim bir şekilde okudum, mezun olduğumda öğretmenlik yapmayı düşünmüyordum. Ne zaman ki atanıp derslere başladım... Yani şöyle düşünün: İçeri giriyorsun, içeride öğrenciler var ve senin gözlerinin içine bakıyorlar. Hadi bakalım! Bir şey yapmak zorundasın, onlar bir şey bekliyorlar. O bekledikleri şeyin heyecanlı ve keyifli olmasını istiyorlar. Kendileri de bunların içinde olmak istiyorlar. Şu an kendi öğrencilik dönemlerim aklıma geldi; o bitmek bilmeyen dersler, öğretmenlerin bitmek bilmeyen aşağılayıcı sözleri… Severek yapmanın yolu şu: İçeride keyif almak. Eğer yaptığınız işi keyif alarak yapmıyorsanız ve bu işten zevk almıyorsanız… Ne yazık ki hâlâ öyle öğretmenler var; gün bitse de gitsek veya tatil ne zaman gelecek modundalar. Bir inşaatçı işini sevmeyerek yapabilir. Para kazanmak için yapıyor olabilir çünkü bu, bir tek inşaatı etkiliyor. İnşaat üzülmez ama bizim meslekte “Ben öğretmenliği sevmiyorum, içeri giriyorum.” dediğin andan itibaren, sadece geçiminizi devam ettirmek için bu işi yaptığınızda içeride bir atmosfer oluşturamıyorsunuz. İşi ancak keyifle yaptığınızda keyif alıyorsunuz. O zaman da çocuklar seni bağlıyor. Nasıl bağlıyorlar? Orada, özellikle de küçük yaş grubu için söylüyorum, çok yalın duygular var. İçinde entrika ve kavga yok, “öz kendileri” var. O öz kendileri olan sevgi dolu atmosferin içinde senin sevgi dolu olmama şansın yok. Okula gidip geldiğinde seni besleyen bir şey var. Benim doktor bir arkadaşım var. Bir gün “Seni bazen kıskanıyorum, ben hastanede çalışıyorum.” dedi. Hastanede çalışmak şu demek: Mutsuz ve hasta insanlar. İçeride tamamen mutsuzluk üzerine kurulu bir enerji var. Bizde ise tamamen enerji üzerine kurulu bir ortam. Çünkü çocuklar keyifli. Doğal olarak keyifli bir ortam orası, besliyor seni.


Bir öğretmen olarak sizi yaratıcı dramaya yönlendiren neydi? Yaratıcı dramadan öncesi ve sonrası arasındaki farklar neler oldu?

Beni yaratıcı dramaya yönlendiren öğretmenlik değildi, tamamen tesadüftü, öncelikle onu söyleyeyim. Bilinçli bir tercih değildi yaratıcı dramaya geçiş. Kendimi geliştireyim, ben yaratıcı drama eğitimi alayım diye geçmedim. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, o gidiyordu. “Böyle bir şey varmış, haydi gelsene!” dedi. Sosyal etkinlik diye gittim açıkçası. Yaratıcı düşünceyi, ben bir yöntem olarak görüyorum. Biz şöyle bir hatanın içerisindeyiz: Yaptığımız her işi zihnimizde sanırım çok büyütüyoruz. Ülke olarak da böyleyiz; futbolsa dünyanın en önemli işini futbol olarak görüyor ve ona çok anlam yüklüyoruz. Evet, yaratıcı drama çok önemli ve değerli ama biz eğitimciler için yaratıcı drama, alanda kullanıldığı zaman anlam kazanıyor. Yani şu anda popüler kültürün etkisiyle yaratıcı drama, masal anlatıcılığı, çocuklar için felsefe alanlarında bilgisi olmayanları kimse istemiyor. Tamam, herkes bilsin ama birlikte ne yapacakları çok önemli. Çünkü her öğretmenin iyi bir “rol model” olması gerekiyor. Aslında her öğretmenin, sınıfında oyunu çok iyi kullanması lazım. Şöyle düşünün: Öğretmenlik mezunusunuz, sınıfa giriyorsunuz ve sınıfta dikkat çekici etkinlikler yapmak zorundasınız. Çünkü orası bir sahne. Çocukları tekrar dersin içine almak ve sınıfın, o atmosferini değiştirmek zorundasınız. Bunu değiştirmenin yolu da sizin yöntem ve teknik bilmenizden geçiyor. Drama da bunlardan biri. Biliyorsunuz ki dramaya yönelik 6 aşama, 320 saat eğitim aldınız ama sınıfa girdiğinizde onunla ilgili bir şeyi içeri almıyorsanız sizin drama bilmeniz çok işe yaramayacaktır. Aslında iyi bir okur her şeydir. Bir kişinin sözcük dağarcığı fazlaysa içeride o kadar iyidir. Örneğin siz Türkçe öğretmeni olacaksınız, güçlü Türkçe öğretmeni kimdir? Bir kere iyi bir Türkçe okuyucusudur. İyi bir Türkçe okuyucusu olmadan çocukları aydınlatamaz ve de açamazsınız. İyi bir dramacı kimdir? İyi bir okuyucu olmak zorundadır, o zaman içeri bir şeyler alabiliyorsun. Kendiliğinden, ben drama eğitimi aldım demekle iş bitmiyor. Aldığın eğitim neye yarayacak, bilginle neler yapabileceksin ve bunun ne kadarını içeri taşıyabileceksin, bu çok önemli. Drama benim hayatımı nasıl değiştirdi? Birincisi oyun dağarcığım çok yükseldi, ikincisi çok keyif ve eğlence verici bir alan. Bu çok güzel ama yapıyla da çok ilgili. Zaten ben oyuncu bir karakterim. Oyuncudan kastım eğlenmeyi, oynamayı seviyorum. Çocuklarla yakaladığım iletişim dili de karşılıklı eşitlik ilkesine dayalı, aslında bu da dramanın eşitlik ilkesinden kaynaklanıyor. Bunları zaten kişiliğinizde var olduğunda içeri yansıtabiliyorsunuz ama siz otoriterseniz, “Eşitlik değil, ben sınıfta disiplini önemsiyorum.” diyorsanız, zaten drama size bir şey yapamaz. Özetle yöntem sizi değiştiremez, siz yöntemle ancak zenginleşirsiniz. Drama zenginleştiren bir alan. Beni de zenginleştirdiğine inanıyorum ama her şey değil, onun altını çiziyorum.


Eğitimi ve eğitim hayatını hem öğrenci hem öğretmen açısından değerlendirmektesiniz. Bu süreçte hangi noktalarda zorluk yaşadınız?

Sistemin bir parçasıyız ve birileri senin ne anlatacağına karar veriyor. “Sen dönemin sonuna kadar bunu anlatacaksın, beş tane sınıf var, diğer öğretmen bunu anlatıyor, sen de bunu anlatacaksın.” diyor. Senin “Bir dakika, bunu anlatmadan önce şunu anlatayım.” deme şansın ve lüksün yok. Çünkü senin özerkliğin yok. Hem öğrenciyken hem de öğretmenken özerklikte zorluk yaşadım. Ben öğrenciyken öğrenmek istediklerimi öğrenme fırsatı yakalayamadım. Çünkü benim almak istediğim ders olmayabiliyordu, kullanmak istemediğim müfredat oldu ama zorunluydum. Yani öğretmenken de aynı şey söz konusuydu. Söyleyebileceğim en zorlu nokta sanırım özerklik hem öğrenciyken hem de öğretmenken. Diğeri de merkezi sistem, yani herkesin aynı şeyi yapıyor olması.


Kitaplarınıza isim koyarken özenle yaklaştığınızı görmekteyiz. ‘112’ ve ‘Açılın Ben Öğretmenim’ adıyla dikkatleri hangi yöne çekmek istiyorsunuz?

Benim daha önce Pegem’den çıkmış kitaplarım var. Ben, çok geç kitap ismi seçmenin önemli olduğunu fark eden bir eğitimciyim. Bu gerçekten önemliymiş. 112’ye çok isim aradık, ne olup ne bitsin diye. Sezer diye bir arkadaşımın önerisiydi. 112 acil servis, güzel bir analoji olur, dedi. Ama 112 ne? Altta öğretmen notuyla çıktı kitap. “Açılın Ben Öğretmenim”de ise biri düşer ve “Açılın ben doktorum.” der diye... İkincisinin mantığı da yine aynı analojiyle oldu. “Açılın Ben Öğretmenim.”, orada bir kriz var. Son kitap “Açılın Ben Çocuğum”. Orada şöyle bir şey var: Senin çocuğu dönüştürebilme gücün, aile de varsa olabiliyor. Yani aileden bağımsız, bir çocuğu dönüştürebilmen mümkün değil. Son dönemde herkesin kullandığı bir cümle var: “En büyük mucize küçükken iyi bir öğretmene denk gelmektir.” diye, bu tehlikeli bir cümle. Sanki her şey öğretmende bitiyor, hayır her şey anne babayla bitiyor. Anne baba doğru ve yeterli sevgiyi vermediği, gerekli öz güveni sağlamadığı ve arkasında durmayı gerçekleştirmediği sürece öğretmene çok az alan kalıyor. Öğretmen tabii ki bir çocuğu dönüştürür ve değiştirir; bu belli bir yaşa kadardır. Mesela lisedeki bir öğretmenin bir çocuğa kişilik anlamında etkisi ne yazık ki çok değil ancak onu aydınlatabilir, ona alan açabilir. Ama kişilik çoktan oturmuş ve yerleşmiştir, burada dönüşümün anne babayla başladığını söyleyebilirim.


2006 yılında ‘Eğitim Gerçeğimiz’ adlı kitabınız yayımlandı. Yıllar geçse, reformlar gerçekleşse de eğitim olgumuz değişmiyor. Sizce eğitimde dönüşüm nasıl gerçekleşebilecek?

Yönetenlerin eğitimci olmasıyla ki Ziya Hoca bu anlamda büyük bir şans Türkiye için. Ama çok zor bir alan orası. Niye zor bir alan? Çünkü biz hakikaten yıllar boyunca birçok şeyi siyasete nasıl kurban ettiysek eğitimi de siyasete kurban etmişiz. Siyaset üstü bir politikayla gidiyor olmamız lazım ama kolay değil. Neden kolay değil? Çünkü bizim toplum olarak ortaklaştığımız alan sayısı çok düşük. Bir grup var ki aman şu konulardan millî eğitimde olmalı, bunlar çıkmamalı; bir diğer grup ise aman aman o konuları boş ver, bu konular kalmalı diyor. Biz aslında köpük bir tartışma yapıyoruz, yani derinlemesine bir tartışma yapmıyoruz. Ve o derinlemesine tartışmayı yapmayınca da biz yetişkinler çocukların ne öğreneceğine karar veriyoruz. Ama hiçbir çocuk ne öğreneceğine kendisi karar vermiyor. Biz yetişkinler nasıl bir öngörüyle yapıyoruz bunu? Yüzyıl sonraya bakıp “Gelecek böyle olacak, o zaman çocuklara şu eğitimi verelim.” dediğimiz noktada hep yanılıyoruz. Bir kere ilkokulda çocukların zihinlerini çok bölüyoruz, bütünsel öğrenme yok çocuklarda. O bölünmüş zihinlerle çocukları bir yarışın içine soktuk, o yarış hiç bitmiyor bu memlekette. Hep bir yarışın içindeyiz ve hayatı ıskalıyoruz. Ne yazık ki eğitim, eşittir hayat değil Türkiye’de. Eğitim ve hayat çok ayrıldı, gerçek hayat başarısı bu değil. Biz okuduğunu anlayan, yaratıcı, üreten çocuklar bekliyoruz ama sistem tamamen dört seçenek ya da beş seçenek arasından doğruyu bulan çocuklar sunuyor. Kimse konuşma, dinleme veya yazma becerisiyle ilgilenmiyor çünkü bunun bir önemi kalmadı memlekette. Eğitimde dönüşüm nasıl başlayacak? Eğitimde dönüşüm öğretmenin dönüşümüyle başlayacak, siyasetin dönüşümüyle başlayacak. Umutlu muyum? Evet, umutsuz olmak tehlikeli. Umut var ama çok değil…


Kendinizi eğitim sistemini dert edinen ve derdini eser ortaya koyarak anlatmaya çalışan biri olarak tarif etmektesiniz. Son zamanlarda eğitimle ilgili hangi sorunlar dikkatinizi çekmektedir?

Eğitime dair en büyük sorun bence konu başlıklarının yüzeyde kalıyor olması. Genel bir bakış çerçevesinde gitmiyoruz, sığ yerlerde yürüyoruz. Mesela atanamayan öğretmenler sorunu ne olacak? Çünkü Millî Eğitim Bakanı sosyal medyada ne yazsa altına “Şu bölüme 10 bin atama, şu bölüme 5 bin atama…” yazılıyor. Belli alanları temizlememiz gerekiyor, yani atandırılmayan ve atanamayan öğretmen, bizim tek gündemimiz olursa esas sorunumuz olan atanan, içeride çalışan öğretmenlere dair gerçekleştireceklerimiz arka planda kalır. Ve bizim özel okulculuk çok tehlikeli bir yere gidiyor. Eskiden hepimiz aynı okullara gidiyorduk, şimdi okullar sınıf mücadelelerine dönmeye başladı. Yani ailenin maddi durumu güçlüyse sen güçlü bir eğitim alıyorsun, ailenin maddi durumu güçlü değilse güçsüz bir eğitim alıyorsun. Eğer bu bir hayat yarışıysa bu yarış paranın durumuna bağlı olarak değişiyor. Önce burayı bir sınıflar arası farkın, açılmış rayların biraz kapanması lazım çünkü eğitim çığırından çıktı bu anlamda. Kimileri sana inanılmaz bir eğitim fırsatı sunuyor, bu paranla şunu da bunu da yapabilirsin, diyor diğer tarafta ise, hiçbir şey yapamazsın, diyor. Senin paran yok ancak böyle bir ortamda bunu yapabilirsin, deniliyor ve o zaman da işin rengi değişiyor. İkincisi siyaset. Siyaset, siyaset üstü eğitim çok zor gözüküyor ama bunu yapamadığımız sürece kaybedeceğiz. Çünkü bir yerde tıkanıp kalıyoruz, konu siyaset arasında sıkışmış durumda. Üçüncüsü öğretmenlerin değişmesi lazım çünkü bizim zamanımızda bilgi ve öğretmen tekti, biz bilgiyi öğretmenden alıyorduk ama şimdi bilgi her yerde. Öğretmenin artık içeride “Dur, ben sana bilgi vereceğim, bende bilgi var, ben bunu sana anlatacağım.” Demesinin zamanı çoktan geçti. Çünkü örnek veriyorum “Hocalara Geldik” diye bir platform var. Orada hoca dersi çok güzel anlatıyor, “Ben daha lisedeki hocayı niye dinleyeyim?” noktasına giriyor insanlar. O zaman okula neden gidesin ki? Okul anlamını yitirdi. Artık okulun kendisine anlam bulması gerekiyor. Bana göre okulun elinde kalan tek şey akran iletişimi, yaşıtların bir araya gelmesi ve beraber zaman geçirebiliyor olmaları. Bu harika! Bunun dışında okulu çekici kılan hiçbir şey yok. 3. sınıfa giden kızım var, okula gitmeyi çok seviyor, okula gitmesinin sebebi derse girecek olması değil de arkadaşlarıyla olacak olması. Okulun da artık dönüşmesi gerekiyor, artık çocuklara üretebilecekleri alanlar açması gerekiyor. Mesela bir gününü boşaltmak. Okula gidiyorsun ve bir günün boş; kendi başına çalışıyorsun, bireysel çalışmalar yapıyorsun, buralara alan açmak gerekiyor. Çünkü çocuğa ha bire biz yükleme yapıyoruz, çocuğun kendisine yükleme yapma zamanı geldi. Tüm dünya bu arayışta, Türkiye olarak fark yaratabileceğimiz alan burası.


Bir öğretmen olarak plan yapmanın, öğretmen eğitimlerine katılmanın, iyi uygulamaları paylaşmanın önemine vurgu yapmaktasınız. Öğretmenlik uğraşında başka neleri önemli görmektesiniz?

Bu tabii ki önemli, öğrenmek ve paylaşmak kendimizi geliştiriyor. Onun yöntemi de şu şekilde oluyor: hakikaten öğretmen öğretmenden öğreniyor, öğretmen başkasından öğrenmiyor. O yüzden daha çok ders gözlemi yapmak gerekiyor ama “Oldum!” demeden dersi gözlemlemek ve kendimi nasıl geliştirebilirim, demek çok önemli. Öğretmen eğitimleri çoğalmaya başladı, Türkiye’de bu arttı. Ama bu biraz fuarcılığa girmeye başladı, bir organizasyonculuğa dönmeye başladı. Belli bir ücret veriyorsun, burada biraz gönüllü olmalı ve keyifle katılmalı. Ve beslenme. O da nasıl bir beslenme? Kültürel beslenme. Bu ülkenin en büyük eksikliği kültürel geri gidiş, bir vasatlık var. Beslemiyoruz kendimizi. Halk da beslemiyor, eğitimciler de beslemiyor. Kültürel beslenme; sanatla, edebiyatla beslenmek demek. Kimse sanatla ve edebiyatla beslenmiyor, herkes televizyonla beslenir oldu. İşte Televoleler’den, Survivorlar’dan, ünlü kişilerden ve evlenme programlarından geçilmeyen bir kültür var Türkiye’de. Bu kültür de sana bir genişlik ya da bir birikim sunmuyor. Ne ekersen onu biçersin, biz uzun solukludur memlekete kültürsüzlük tohumları ekiyoruz. O kültürsüzlük tohumlarıyla da bir şey biçemiyoruz ne yazık ki. Burada da dönüşüm analiz yapan, üst düzey düşünme becerileri gelişmiş olan öğretmenlerle başlayacak. Bunun yöntemi de çocukları KPSS yerine üst düzey düşünmeye hazırlamak, analiz yapmalarını sağlamak ve zihinlerini yormak. Biz zihinleri yormuyoruz, biz sadece ezberletiyoruz.


Sınıf öğretmenliği ve Türkçe öğretmenliği branşlarının eğitim tablosunda parçalardan hangilerini oluşturduğunu düşünüyorsunuz? Türkçe ve sınıf öğretmenleri ve öğretmen adaylarına ne söylemek istersiniz?

Türkiye’de okul öncesi öğretmenleri gerçekten çok iyi çalışıyorlar, alanlarının ne kadar güçlü ve ne kadar değerli olduğunu anlatıyorlar. İngilizce öğretmenleri yine çok iyi çalışıyorlar ve alanlarının, İngilizce öğretiminin ne kadar önemli olduğunu ve İngilizce derslerinin nasıl öğretilmesi gerektiğine dair çok kafa yoruyorlar ve çok fazla konuşuyorlar. Ne yazık ki biz sınıf öğretmenleri alanımızın neden güçlü olduğu ve neler yapılması gerektiği konusunda belki de en az konuşan grubuz. Türkçe öğretmenliği ise çok arada kaldı, edebiyat öğretmenliğinin daha bir ağırlığı vardır. Türkçe öğretmenliği ara kadro gibi duruyor. Dil bilgisi öğretiyor, biraz da Türkçe becerisi öğretip kenara çekileyim gibi duruyor. Hâlbuki çok daha önemli. Burada YÖK’e gitmem lazım YÖK’ün verdiği dersler, öğretim ve öğretmenlik becerisini doldurmak üzere ne yazık ki kurulu değil. Türkçe öğretmenliği öğrencisi ile aldığı dersleri tartışsak saatlerce tartışabilirim. Mesela dinleme dersi ne? Dinleme becerisi nasıl geliştirilebilir? Dinleme becerisi için kaç ders aldınız şu ana kadar? Konuşma becerisi nasıl geliştirilir? Bunlar alanda yok, kimse burayı önemsemiyor ne yazık ki. Bu iki bölüm, sınıf öğretmenliği ve Türkçe öğretmenliği, ne yazık ki kendi alanına güçlü sarılan bir alan değil.


Zihninizde oluşturmaya başladığınız fakat henüz hayata geçirmediğiniz ne gibi projeleriniz var?

Eğitime dair yazmaya devam etmek istiyorum. Onun da sebebi şu: Nihayetinde kendimizi geliştirmenin yolu birbirimizle iletişim kurmaktan geçiyor. Yılların yaşanmışlıklarını dökmeye devam... Biraz öyküye ve edebiyata geçiş olsun istiyorum, onun dışında da atölyelere davam edeceğim.


Röportaj: Fatma KÖSE


1.144 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

EĞİTİMLİK

eğitimi düşünen blog

bottom of page